“Allahümme leke sumtü ve alâ rızkıke eftartü.”
(Ey Allah’ım, Senin rızan için oruç tuttum ve Senin rızkınla orucumu açıyorum.)
{Ebû Dâvud, Savm: 22}
Ali Burak
Pazartesi, Ağustos 01, 2011
Ölüm hiçlik değil (Yirminci mektup, birinci makam, Yedinci kelime)
YEDİNCİ KELİME
وَيُمِيتُ Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:
Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.
Kaynak: http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=modules/kulliyat&id=887
وَيُمِيتُ Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:
Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.
Kaynak: http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=modules/kulliyat&id=887
Etiketler:
çok sesli bir ölüm,
islam,
mevt,
risale-i nur
Ölüm ne ki baba, ölüm ne ki? - Film: Çok sesli bir ölüm 1977
Çok Sesli Bir Ölüm - 1977
Yönetmen Yücel Çakmaklı-Tuncay Öztürk
Program Ekibi Senaryo: Rasim Özdenören
Görüntü Yönetmeni: Yalçın Gökçebağ
Film, yarım asırlık yazarlık tecrübesi ile Türk hikâyeciliğinde önemli bir yere sahip olan Rasim Özdenören’in aynı adlı eserinden beyaz perdeye uyarlandığında, 1977 yılında Prag’da düzenlenen TV Filmleri Festivali'nde Jüri Özel Ödülü almıştı. Filmin Prag'da kazandığı bu ödül, TRT’nin ilk ödüllerindendir.
Çok Sesli Bir Ölüm’de; kırsal hayatın sert tabiat şartlarında yaşanan olağan bir sağlık sorununun nasıl bir trajediye dönüştüğüne tanıklık edeceksiniz. Film, köyü ve köylüyü kendi yaşantısı içinde gerçekçi bir gözle ekrana yansıtarak, insanın çaresizliğini gözler önüne seriyor.
Filmde geçen diyalog için buraya da bakınız.
Tüm filmi indirmek için:
Etiketler:
çok sesli bir ölüm,
film,
ölüm
ZEYNEP RAMAZAN'I ÇOK SEVDİ
ZEYNEP RAMAZAN'I ÇOK SEVDİ
Ramazan 1
Bu gün evde bir acaiplik var. Herkes sessizce işine okuluna gidiyor. Annem “Zeynep hadi sana kahvaltı hazırlayalım” dedi. Kimse yemek yemiyor, su içmiyor. Ablam bile!
Ramazan 5
Önce diyet yaptıklarını sanmıştım. İzledim hepsini. Akşama doğru hepsi sessizleşiyor. Sofrayı hazırlayıp ezanı bekliyorlar. Onları böyle seyretmek, öyle hoş ki. Başka zaman, susmak bilmeyen ablamın bu hali içten içe güldürüyor beni. Ama gülmeye cesaretim yok.
Ramazan 9
Niye böyle yapıyorlar? Ablama sordum, “büyüyünce anlarsın” dedi. Zaten başka ne der ki… Anneme sordum, "Ramazan" dedi. Babama sordum, "Oruç" dedi.
Ramazan 11
Bu "Ramazan" ve "Oruç" isimli iki kişi, bizimkilere yeme-içme yasağı koymuş demek. Arkadaşım Fatıma’ya sordum. Onun ailesi de gündüzleri yemek yemiyor, su içmiyormuş.
Ramazan 14
Kaşık çatal sesleri, konuşmalar duydum. Uyandım. Babama haber vermeye koştum, yatağında yok! Çaresiz, huysuz ablamın odasına koştum. O da yok! Korkmadım, “ben bu hırsızların hakkından gelirim” dedim. Aldım elime paspasın sapını, aniden açtım mutfak kapısını. Sopamı havaya kaldırdım, öylece kaldım oracıkta. Bizimkiler yemek yiyorlar! Vay uyanıklar. Gündüz Oruç ile Ramazan’dan korkup gece yiyorlar. Bir de üstüme gülüyorlar… Korkaklar.
RAMAZANIN KIYMETİNİ BİLMELİYİZ
Güneş takviminde her yıl on gün daha önce gelerek mevsimleri, ayları ve günleri muntazaman ziyaret eden “Onbir ayın sultanı”nın, memnun bırakırsak bize vereceği çok kıymetli manevî hediyelerle, bu yılki bizi ziyareti devam etmektedir..
Ramazan-ı Şerifteki oruç, İslâmın beş esasının en önde gelenlerindendir. Hem İslâmın işaretlerinin en büyüklerindendir. Ramazan orucunda, insanı Cenâb-ı Hakkın nimetlerine şükür, içtimaî vazifelerini yapmağa davet, dünyada âhireti kazandıracak bir ticarete teşvik, bir nevi perhize alıştırmak, riyazete çalıştırmak, onun nefsinin mevhum rubûbiyetini kırmak, ahlâkını güzelleştirmek ve serkeşâne muamelelerden vazgeçirmek, ona emir dinlemeyi öğretmek, sabır ve tahammülü yaşatmak, Allah(c.c.)’a karşı aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetleri vardır.
Ramazan-ı Şerifteki oruç, İslâmın beş esasının en önde gelenlerindendir. Hem İslâmın işaretlerinin en büyüklerindendir. Ramazan orucunda, insanı Cenâb-ı Hakkın nimetlerine şükür, içtimaî vazifelerini yapmağa davet, dünyada âhireti kazandıracak bir ticarete teşvik, bir nevi perhize alıştırmak, riyazete çalıştırmak, onun nefsinin mevhum rubûbiyetini kırmak, ahlâkını güzelleştirmek ve serkeşâne muamelelerden vazgeçirmek, ona emir dinlemeyi öğretmek, sabır ve tahammülü yaşatmak, Allah(c.c.)’a karşı aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetleri vardır.
Hoşgeldin Ramazan
(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.
{Bakara Suresi 2:185}
Cumartesi, Temmuz 30, 2011
Bire Bin Kazandıran Hazine: Teravih Namazı
Bir Ramazan akşamı cami imamının kapısını çalmış gençler.
— Hocam, demişler. Teravihe gelmek istiyoruz ama yatsıdan biraz sonra dünya kupası maçı var. Yetişebilir miyiz?
İmam gençleri kaçırmak istememiş.
— Tabiî ki yetişirsiniz çocuklar, ezan okununca camiye gelin, cevabını vermiş.
Yatsı ezanı okunmuş, gençler camiye koşmuş. İmam yatsıyı normal bir şekilde kıldırmış, ama sıra teravihe gelince bir koşturmaca başlamış. Öyle ki, gençler ikinci secdeden kalkarken yaşlılar birinciyi ancak yetiştiriyor. Herkes kan ter içinde kalmış.
Cuma, Temmuz 29, 2011
Arabaya binince okuyalım
Bütün çiftleri O yaratmıştır. Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar vâr etti.
Ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yerleşince, Rabbinizin ni'metini anarak: Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz.
Zuhruf Suresi 12-13
Cumartesi, Temmuz 23, 2011
Akıl için sonuç birdir
NOBEL ÖDÜLLÜ matematikçi Norbert Wiener, bir gün ders verdiği üniversitede tahtaya çok zor bir problem yazmıştı. Prof. Wiener birkaç dakika düşündükten sonra problemi kafasında halletmiş olacak ki, tahtaya sadece cevabı yazmakla yetindi.
Probleme dair kendi çözüm biçiminin profesörünkine uyup uymadığını merak eden bir öğrenci:
“Profesör Wiener” dedi, “bu problemi çözmenin başka bir yolu yok mu?”
Profesör:
“Var elbette” dedi ve sonra tekrar tahtanın başına geçip tebeşiri eline aldı ve aynı cevabı ikinci kere yazdı.
(Neu Post’tan)
İstanbul’da mutlaka gezilmesi gereken 40 cami.
İstanbul’da mutlaka gezilmesi gereken 40 cami.
Tamamen kendi düşüncem. Bu listede mutlaka olmalı diyeceğiniz var mı?
- Arap Camii (Karaköy Perşembe Pazarı)
- Atik Ali Paşa Camii (Çemberlitaş)
- Beyazıt Camii
- Beylerbeyi Camii
- Büyük Piyale Paşa Camii (Kasımpaşa Piyale Paşa Bulvarı))
- Cihangir Camii
- Dolmabahçe Camii
- Eyüp Sultan Camii
- Fatih Camii
- Fethiye Camii (Fatih)
- Firuz Ağa Camii (Sultanahmet)
- Gül Camii (Küçükmustafapaşa – Fatih)
- Hırka-i Şerif Camii (Fatih Fevzi Paşa Caddesi)
- Kalenderhane Camii (Vezneciler)
- Kılıç Ali Paşa Camii (Tophane)
- Küçük Ayasofya Camii (Kadırga- Fatih)
- Laleli Camii
- Mahmut Paşa Camii (Eminönü)
- Molla Fenari İsa Camii (Fatih)
- Mihrimah Sultan Camii (Üsküdar)
- Mihrimah Sultan Camii (Edirnekapı)
- Nuruosmaniye Camii (Çemberlitaş)
- Nusretiye Camii (Tophane)
- Rüstem Paşa Camii (Eminönü)
- Ortaköy Camii (Büyük Mecidiye)
- Kazasker İvaz Efendi Camii (Eğrikapı-Ayvansaray)
- Küçük Mecidiye Camii (Yıldız Parkı Girişi)
- Sadabad Camii (Kağıthane)
- Sinan Paşa Camii (Beşiktaş)
- Sokollu Camii (Azapkapı)
- Sokollu Camii (Küçük Ayasofya)
- Sultanahmet Camii
- Yavuz Selim Camii (Fatih-Fener)
- Süleymaniye Camii
- Şehzade Camii (Şehzadebaşı)
- Valide Camii (Aksaray)
- Valide-i Cedid Camii (Üsküdar)
- Yeni Cami (Eminönü)
- Yıldız Camii (Beşiktaş-Yıldız)
- Zeyrek Camii (Fatih-Unkapanı İMÇ Karşısı)
Umursamazlık hastalığı
Umursamazlık hastalığı / Alaaddin Başar
“İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri; ülfeti ilim telâkki etmeleridir.” Mesnevî-i Nuriye
Ülfet: Şu muhteşem kâinatta sergilenen ve her biri bir kudret mûcizesi olan mükemmel eserleri üstünkörü bir nazarla geçiştirme, onları bildiğini zannetme ve derinlemesine düşünmekten hassasiyetle kaçınma hastalığı. İnsan fikrini yanlış yollara sevkeden, vehimlere ve zanlara sürükleyen bir maraz.
Besim Beyin Kuşları
Besim Beyin Kuşları / Gürbüz AZAK
Sanırım 1954 yılı idi.
Bir zemheri ikindisinde resim öğretmenim Besim Yazıcı Bey ile birlikte idik. Okuldan çıkmış, iki arkadaş gibi Delikliçınar'a doğru yürüyorduk. O, çok az konuşurdu. Ben ise daha da az konuşurdum. Zaten, hocamla anlaşmak için konuşmağa lüzum yoktu.
Denizli'nin tozu, horozu ve ayazı meşhurdur. Ama o kış, ayaz üstün geldi... Besim Hoca, bir doksanlık boyu ve hatırlı endamiyle kara ve ayaza bakmadan önden gidiyordu. Yetişmekte güçlük çekiyordum. Bir ara :
— Hocam, dedim... Bu telâşınız niye? Allah korusun, düşüp bir yerinizi kırabilirsiniz... Acele bir işiniz mi vardı?
Besim Bey, kırbaç gibi vuran tipi içinde bana baktı :
— Kuşlar... dedi.
— Ne kuşu Hocam?
— Kanaryalarım... Kimbilir nasıl bekliyorlar beni... Ha, sahi Gürbüz, kuşlarımı görmek istemez misin?
Ayaz, buz ve tipi ile kuşlar arasında bir ilgi kuramadığım için azıcık şaşırdım :
— isterim Hocam, diyebildim. Çeyrek saat sonra Hoca'nın evindeydik.
Önce bahçe kapısından girip ahşap bir merdiveni çıktık. Bir odaya dalar dalmaz, akılalmaz kuş cıvıltıları etrafımızı sarıverdi. Yüz, yüzelli kadar kuş, başucumuzda, omuz hizamızda dönmeğe başladı. Besim Hoca kızmış gibi yaptı:
— Yavaş olun bakayım yaramaz keratalar! Baksanıza bir misafir getirdim. Koskoca Denizli" de dedikodu mu çıksın istiyorsunuz yoksa? Şimdi Gürbüz kalkıp da ortalığı velveleye verse, «Besim Hocanın kuşları amma da yaramazmış» dese iyi mi olur yâni? Oturun bakayım uslu uslu...
Nasıl oldu bilmiyorum.
Bir sürü kuş bir anda yuvalarına çekiliverdi. Hayretler içindeydim. Ortada usul usul yanan bir soba... Dört duvar da iri yapraklı çiçeklerden görünmüyor. Çiçekler ve yapraklar arasında küçük küçük ve mini mini kıl yuvalar... Duvarda iri bir termometre...
— Sıcaklığın hep aynı kalması lâzım Gürbüz. Yoksa hemen hastalanır bu keratalar... Evimi gezmek ister misin?
— İsterim Hocam...
Evi üç odadan ibaret. Bir gözü tıklım tıklım yağlıboya resim dolu. Adım atacak yer yok. Üç-beş tanesine birlikte bakıyoruz. Renkler harikulade. Elimde olsa hepsine bakacağım.
— işte burası da kaldığım, kendimle dertleştiğim, hesaplaştığım odam...
Bir küçük basit karyola, bir seccade ve duvarda bir tek ve ufacık yağlıboya resim... Hepsi bu kadar...
— Hocam, namaz kıldığınızı bilmiyordum.
— Kimse bilmez.
Üçüncü oda ise kuşlara ayrılmış. Yine kuş-j larla birlikteyiz. Birer tabureye çöküyoruz. Cıvıltı yok.
— Bu kanaryaları ben kendim ürettim. Dört yılda bu kadar oldular. Hepsini seviyorum. Ama 1 bir tanesi var ki, beni daha çok seviyor.
İşaret parmağını uzattı. Köşeden, yapraklar arasından bir kanarya çıkageldi. Üzerimizde şöyle bir dolanıp Besim Hoca'nın işaret parmağına kondu. Karşılıklı konuşmağa başladılar. Garip bir diyalogun içindeydim. Talebe aklım ve çokbilmiş hâlimle tebessüm ediyordum ki, Besim Hoca'ya yakalandım :
— Gülme Gürbüz, dedi...
Hocamın gözpınarları dolu doluydu. Gözündeki yaşların yanaklarına akmaması için gözkapaklarını uzun süre yummadı. Ama sonunda gözyaşları galip gelip tıpır tıpır aktılar:
— Bak Gürbüz, bu kuş yapayalnız... Diğerleriyle yakınlık ve arkadaşlık kuramıyor. Üç ay önce yumurtadan çıkarken bir bacağı koptu. Her akşam üzeri beni sabırla bekler. Kimseye anlatamadıklarmı bana fısıldar. Tek dostu benim. O da benim gibi yapayalnız.
Anlamıştım. Tebessüm eden dudaklarım ve deli-dolu aklımla utanıp başımı eğdim. Yalnızlığın derinliği ve derinliğin yankılar uyandıran haşmetli dünyasında lüzumsuz bir damla gibiydim. Buhar olup uçasım geldi.
— Resim yap Gürbüz, çok resim yap... Hayvanları ve kuşları sev. Onları sevemiyen insanları da sevemez. Beni duyuyor musun?
— Duyuyorum Hocam. Söylemediklerinizi bile duyuyorum.
— Güzel... İşte sen de bu yüzden misafirinisin.
Bilmiyorum ne kadar zaman geçiyor? Bir dakikanın aylara, ayların bir dakikaya sığabileceğini o sıra farkediyorum.
— Ama Hocam, ben mimar olmak istiyorum.
— Güzel, ama yine de resim yapmayı sakın ihmal etme...
Besim Hoca ile fırsat buldukça görüşüyorum.
Besim Hoca'yı ve kendimi daha iyi tanır hâle geliyorum.
Lise bitiyor... İstanbul'a imtihanlara gideceğim. Elini öpmek ve «Hoşçakal» demek için evine uğruyorum. Geleceğimi sanki biliyormuş. Kuşların odasındaki bir taburede bir zarf duruyor:
— Bu zarfı al Gürbüz. Güzel Sanatlar Akademisi Müdürüne ver. Seni Mimarlık bölümüne kaydetsinler. İmtihana en az ikibin kişi girecek. Eriyip kaybolmam istemem...
Zarfı alıp elini öpüyorum. Dualarını isteyerek ayrılıyorum.
İmtihanlar... İstanbul... İstanbul... İmtihanlar...
Hocamın mektubu hâlâ bende. İmtihanlara tam ikibin yediyüz kişi giriyoruz. Otuzbeş kişi alınacak. Olacak iş değil gibi. Ama oluyor. İmtihanları kazanıyorum. Artık Yüksek Mimarlık öğrencisiyim. Dersler başlayalı bir hafta oldu. Mektubu vermeliyim.
Kapıyı vurup Akademi Müdürü'nün odasına giriyorum. Müdür Asım Mutlu'nun yanında Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Ali Çelebi gibi tanınmış profesör hocalar var. Müdürümüz mektubu açıp okuyor.
— Bakın, bakın!.. Bizim Besim'den haber var! diye ayağa kalkıp yanındakilere gösteriyor. Hocalar, benden ziyade heyecanlı...
Etrafımı sarıp Besim Hoca'dan söz etmemi istiyorlar. Anlatıyorum... «İmtihanlardan önce niçin getirmedin bu mektubu?» diyorlar. Mimarlık Bölümünü kazandığımı ve devam etmekte olduğumu işitince sevinçleri bir kat daha artıyor:
— Bizim Besim'in talebesi işte böyle olur, aferin sana!., diyorlar. Bir parça kızardığımı hissediyorum.
Besim Hoca'yı bir de onlardan dinliyorum: Büyük kaabiliyetini, insanlığını ve dürüstlüğünü (sanki bilmiyormuşum gibi) anlatıyorlar.
— Denizli, bari Besim Hoca'nın kıymetini biliyor mu?
Öğretim üyesi profesörlerden biri böyle soruyor.
— Biliyor, diyorum...
Besim Hocamı daha çok sevemediğime, daha iyi anlayamadığıma hayıflanıyorum.
Aradan iki yıl geçmiş...
İstanbul buz kesiyor. Okul dönüşü Bayezid'-deyim. Tipiden zor yürüyebiliyorum.... Kaldığım talebe yurdu Vezneciler'de. Rüzgârın ıslıkları buz tutmuş âdeta. Her adımda kırbaç gibi suratıma iniyor. Ahşap yurdun sıcaklığı şu anda sokaktan farklı değildir, büiyorum.
Ama ayak bu, oraya doğru koşuyor. Denizli'nin zemherisi sanki İstanbul'a taşınmış. Kendimi kapıdan içeri dar atıyorum. Donmuş ellerime bir mektup tutuşturuyorlar. Denizli'den bir arkadaşım göndermiş...
Neden sonra açıyorum mektubu... Okumağa başlıyorum. Son satırlarında, dışarıda bıraktığımı sandığım İstanbul bedenime doluyor. Daha fazla okuyamıyorum. Yanımdaki oda arkadaşım kaldığım yerden devam ediyor :
«... İşte böyle Gürbüz. Besim Hoca seccadesinin üzerinde vefat etmişti. Alnı secdede idi. Fakat garibime giden bir şey vardı. Bir oda dolusu kuş Besim Hoca'nın üzerinde uçuşup duruyordu. Bir tanesi de elinin üzerine konmuş, sanki bir şeyler anlatır gibi ötüyordu.»
Sanırım 1954 yılı idi.
Bir zemheri ikindisinde resim öğretmenim Besim Yazıcı Bey ile birlikte idik. Okuldan çıkmış, iki arkadaş gibi Delikliçınar'a doğru yürüyorduk. O, çok az konuşurdu. Ben ise daha da az konuşurdum. Zaten, hocamla anlaşmak için konuşmağa lüzum yoktu.
Denizli'nin tozu, horozu ve ayazı meşhurdur. Ama o kış, ayaz üstün geldi... Besim Hoca, bir doksanlık boyu ve hatırlı endamiyle kara ve ayaza bakmadan önden gidiyordu. Yetişmekte güçlük çekiyordum. Bir ara :
— Hocam, dedim... Bu telâşınız niye? Allah korusun, düşüp bir yerinizi kırabilirsiniz... Acele bir işiniz mi vardı?
Besim Bey, kırbaç gibi vuran tipi içinde bana baktı :
— Kuşlar... dedi.
— Ne kuşu Hocam?
— Kanaryalarım... Kimbilir nasıl bekliyorlar beni... Ha, sahi Gürbüz, kuşlarımı görmek istemez misin?
Ayaz, buz ve tipi ile kuşlar arasında bir ilgi kuramadığım için azıcık şaşırdım :
— isterim Hocam, diyebildim. Çeyrek saat sonra Hoca'nın evindeydik.
Önce bahçe kapısından girip ahşap bir merdiveni çıktık. Bir odaya dalar dalmaz, akılalmaz kuş cıvıltıları etrafımızı sarıverdi. Yüz, yüzelli kadar kuş, başucumuzda, omuz hizamızda dönmeğe başladı. Besim Hoca kızmış gibi yaptı:
— Yavaş olun bakayım yaramaz keratalar! Baksanıza bir misafir getirdim. Koskoca Denizli" de dedikodu mu çıksın istiyorsunuz yoksa? Şimdi Gürbüz kalkıp da ortalığı velveleye verse, «Besim Hocanın kuşları amma da yaramazmış» dese iyi mi olur yâni? Oturun bakayım uslu uslu...
Nasıl oldu bilmiyorum.
Bir sürü kuş bir anda yuvalarına çekiliverdi. Hayretler içindeydim. Ortada usul usul yanan bir soba... Dört duvar da iri yapraklı çiçeklerden görünmüyor. Çiçekler ve yapraklar arasında küçük küçük ve mini mini kıl yuvalar... Duvarda iri bir termometre...
— Sıcaklığın hep aynı kalması lâzım Gürbüz. Yoksa hemen hastalanır bu keratalar... Evimi gezmek ister misin?
— İsterim Hocam...
Evi üç odadan ibaret. Bir gözü tıklım tıklım yağlıboya resim dolu. Adım atacak yer yok. Üç-beş tanesine birlikte bakıyoruz. Renkler harikulade. Elimde olsa hepsine bakacağım.
— işte burası da kaldığım, kendimle dertleştiğim, hesaplaştığım odam...
Bir küçük basit karyola, bir seccade ve duvarda bir tek ve ufacık yağlıboya resim... Hepsi bu kadar...
— Hocam, namaz kıldığınızı bilmiyordum.
— Kimse bilmez.
Üçüncü oda ise kuşlara ayrılmış. Yine kuş-j larla birlikteyiz. Birer tabureye çöküyoruz. Cıvıltı yok.
— Bu kanaryaları ben kendim ürettim. Dört yılda bu kadar oldular. Hepsini seviyorum. Ama 1 bir tanesi var ki, beni daha çok seviyor.
İşaret parmağını uzattı. Köşeden, yapraklar arasından bir kanarya çıkageldi. Üzerimizde şöyle bir dolanıp Besim Hoca'nın işaret parmağına kondu. Karşılıklı konuşmağa başladılar. Garip bir diyalogun içindeydim. Talebe aklım ve çokbilmiş hâlimle tebessüm ediyordum ki, Besim Hoca'ya yakalandım :
— Gülme Gürbüz, dedi...
Hocamın gözpınarları dolu doluydu. Gözündeki yaşların yanaklarına akmaması için gözkapaklarını uzun süre yummadı. Ama sonunda gözyaşları galip gelip tıpır tıpır aktılar:
— Bak Gürbüz, bu kuş yapayalnız... Diğerleriyle yakınlık ve arkadaşlık kuramıyor. Üç ay önce yumurtadan çıkarken bir bacağı koptu. Her akşam üzeri beni sabırla bekler. Kimseye anlatamadıklarmı bana fısıldar. Tek dostu benim. O da benim gibi yapayalnız.
Anlamıştım. Tebessüm eden dudaklarım ve deli-dolu aklımla utanıp başımı eğdim. Yalnızlığın derinliği ve derinliğin yankılar uyandıran haşmetli dünyasında lüzumsuz bir damla gibiydim. Buhar olup uçasım geldi.
— Resim yap Gürbüz, çok resim yap... Hayvanları ve kuşları sev. Onları sevemiyen insanları da sevemez. Beni duyuyor musun?
— Duyuyorum Hocam. Söylemediklerinizi bile duyuyorum.
— Güzel... İşte sen de bu yüzden misafirinisin.
Bilmiyorum ne kadar zaman geçiyor? Bir dakikanın aylara, ayların bir dakikaya sığabileceğini o sıra farkediyorum.
— Ama Hocam, ben mimar olmak istiyorum.
— Güzel, ama yine de resim yapmayı sakın ihmal etme...
Besim Hoca ile fırsat buldukça görüşüyorum.
Besim Hoca'yı ve kendimi daha iyi tanır hâle geliyorum.
Lise bitiyor... İstanbul'a imtihanlara gideceğim. Elini öpmek ve «Hoşçakal» demek için evine uğruyorum. Geleceğimi sanki biliyormuş. Kuşların odasındaki bir taburede bir zarf duruyor:
— Bu zarfı al Gürbüz. Güzel Sanatlar Akademisi Müdürüne ver. Seni Mimarlık bölümüne kaydetsinler. İmtihana en az ikibin kişi girecek. Eriyip kaybolmam istemem...
Zarfı alıp elini öpüyorum. Dualarını isteyerek ayrılıyorum.
İmtihanlar... İstanbul... İstanbul... İmtihanlar...
Hocamın mektubu hâlâ bende. İmtihanlara tam ikibin yediyüz kişi giriyoruz. Otuzbeş kişi alınacak. Olacak iş değil gibi. Ama oluyor. İmtihanları kazanıyorum. Artık Yüksek Mimarlık öğrencisiyim. Dersler başlayalı bir hafta oldu. Mektubu vermeliyim.
Kapıyı vurup Akademi Müdürü'nün odasına giriyorum. Müdür Asım Mutlu'nun yanında Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Ali Çelebi gibi tanınmış profesör hocalar var. Müdürümüz mektubu açıp okuyor.
— Bakın, bakın!.. Bizim Besim'den haber var! diye ayağa kalkıp yanındakilere gösteriyor. Hocalar, benden ziyade heyecanlı...
Etrafımı sarıp Besim Hoca'dan söz etmemi istiyorlar. Anlatıyorum... «İmtihanlardan önce niçin getirmedin bu mektubu?» diyorlar. Mimarlık Bölümünü kazandığımı ve devam etmekte olduğumu işitince sevinçleri bir kat daha artıyor:
— Bizim Besim'in talebesi işte böyle olur, aferin sana!., diyorlar. Bir parça kızardığımı hissediyorum.
Besim Hoca'yı bir de onlardan dinliyorum: Büyük kaabiliyetini, insanlığını ve dürüstlüğünü (sanki bilmiyormuşum gibi) anlatıyorlar.
— Denizli, bari Besim Hoca'nın kıymetini biliyor mu?
Öğretim üyesi profesörlerden biri böyle soruyor.
— Biliyor, diyorum...
Besim Hocamı daha çok sevemediğime, daha iyi anlayamadığıma hayıflanıyorum.
Aradan iki yıl geçmiş...
İstanbul buz kesiyor. Okul dönüşü Bayezid'-deyim. Tipiden zor yürüyebiliyorum.... Kaldığım talebe yurdu Vezneciler'de. Rüzgârın ıslıkları buz tutmuş âdeta. Her adımda kırbaç gibi suratıma iniyor. Ahşap yurdun sıcaklığı şu anda sokaktan farklı değildir, büiyorum.
Ama ayak bu, oraya doğru koşuyor. Denizli'nin zemherisi sanki İstanbul'a taşınmış. Kendimi kapıdan içeri dar atıyorum. Donmuş ellerime bir mektup tutuşturuyorlar. Denizli'den bir arkadaşım göndermiş...
Neden sonra açıyorum mektubu... Okumağa başlıyorum. Son satırlarında, dışarıda bıraktığımı sandığım İstanbul bedenime doluyor. Daha fazla okuyamıyorum. Yanımdaki oda arkadaşım kaldığım yerden devam ediyor :
«... İşte böyle Gürbüz. Besim Hoca seccadesinin üzerinde vefat etmişti. Alnı secdede idi. Fakat garibime giden bir şey vardı. Bir oda dolusu kuş Besim Hoca'nın üzerinde uçuşup duruyordu. Bir tanesi de elinin üzerine konmuş, sanki bir şeyler anlatır gibi ötüyordu.»
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)